FISTIKÇI BEKİR – (BEKİR BAŞ) KİMDİR ?
Fıstıkçı Bekir, 1938 yılında Bolvadin’in Bekirağa Mahallesi’nde dünyaya geliyor. Sülalesine “Kellecioğulları” denir. Yemenicilik yapan babası Ahmet, Yemen gazisidir. Sekiz sene Yemen’de, Aden’de Suudi Arabistan’da Araplara ve İngilizlere karşı savaşmış ve aynı zamanda iki sene de esaret hayatı yaşamıştır. Esir değişiminde memleketine kavuşmuştur. Evine döndüğünde; anası, eşi, tanıyamamış fakat kapılarında yıllardır bekçilik yapan köpekleri bunu tanımıştır. Fıstıkçı Bekir’in ağabeysi Mevlüt, hastanede ambulans şoförüydü vefat etti. Kendisinin küçüğü olan Kadir, sanayide oto elektrikçi olarak çalışıyor. En küçük kardeşi Asım ise memurdu vefat etti. Bekir Baş yemenicilik, kahvehane işçiliği ve bakkallık yapmıştır.
Fıstıkçı Bekir, 1938 yılında Bolvadin’in Bekirağa Mahallesi’nde dünyaya geliyor. Sülalesine “Kellecioğulları” denir. Yemenicilik yapan babası Ahmet, Yemen gazisidir. Sekiz sene Yemen’de, Aden’de Suudi Arabistan’da Araplara ve İngilizlere karşı savaşmış ve aynı zamanda iki sene de esaret hayatı yaşamıştır. Esir değişiminde memleketine kavuşmuştur. Evine döndüğünde; anası, eşi, tanıyamamış fakat kapılarında yıllardır bekçilik yapan köpekleri bunu tanımıştır. Fıstıkçı Bekir’in ağabeysi Mevlüt, hastanede ambulans şoförüydü vefat etti. Kendisinin küçüğü olan Kadir, sanayide oto elektrikçi olarak çalışıyor. En küçük kardeşi Asım ise memurdu vefat etti. Bekir Baş yemenicilik, kahvehane işçiliği ve bakkallık yapmıştır.
Musa EROĞLU Yare Söyleme eşliğinde Bolvadin Videosu
Bekir Baş; orta boylu, normal kiloda, güler
yüzlü, şen-şakrak birisi idi. Herkesle dost, toplumla barışık, şakacı,
yardımsever ve hayırsever idi. Pratik zekâlıydı, olayları çok çabuk çözümlerdi.
Sesi gür ve gevrekti. Satış yaparken çıkardığı ses, bütün çarşı meydanını
çınlatırdı. Düzenlediği hac organizasyonu ile iki sefer hacca gitti, bir sefer
de eşiyle birlikte hacı oldu.
Bolvadin Şıhlar Mahallesi (Ağılönü)-Bolvadin Videoları
YETİM VE ÖKSÜZ Bekir Ağabey; 6
yaşında iken, daha ana kokusunu alamadan anası vefat eder. 12 yaşına gelince de
yılların savaş yorgunu olan babası hakkın rahmetine kavuşur. İlkokulda okurken,
boş zamanlarında babasının yanında çalışarak yemeniciliği öğrenmeye çalışır.
Babasının ölümü üzerine, kahvehane işleten Ahmet Kuşaksız’ın yanına çırak
olarak girer. Boş vakitlerinde Osman Atalan adlı arkadaşıyla; pamuk şekeri,
elma şekeri yaparlar; telhelvası çekip, çarşıda mahallelerde satarlar.
Askerliği, Ankara’da subay kurs komutanlığına çıkar. Burada da boş durmaz ve
subayların ayakkabılarını tamir edip boyayarak harçlığını çıkartır. Askerlik
dönüşü iki sene daha kahvecide çalışarak para biriktirir ve düğün
hazırlıklarına başlar. Anası olmadığı için, eşin-dostun yardımıyla Sami
Babacan’ın kızını isterler. Sami Ağa: “Bu çocuk saygılı, çalışkan, aynı zamanda
gariban.” diyerek kızını verir. Evliliğinden üç kızı ve bir oğlu olur. Oğlu
Ahmet esnaflık yapmaktadır.
Heybeli’de bölgenin en büyük aqua parkı açıldı
YER FISTIĞI Ülkemizde yetişen iki
çeşit fıstık vardır: yer fıstığı ve ağaç fıstığı… Yer fıstığı memleketimizin
sıcak bölgelerinde yetişir. İlkbaharda, fasulye ekilir gibi tarlaya ekilir.
Meyveleri saçak halinde, bitki kökünde toprağın altındadır. Düzenli sulaması
yapıldıktan sonra sonbaharda hasadı yapılır. Çıkarılan fıstıklar güneşte
kurutulup pazarlanır. Bu fıstığın kavrulması gerekir. Kavrulmayan fıstık
lezzetli değildir. Bir de “antepfıstığı” dediğimiz ağaçta yetişen fıstık var.
Bu fıstık da badem gibidir ve ağaçta yetişir. Fıstıkçı Bekir, evlendikten sonra
bir dükkan açmaya karar verir. Babalığı Boyacı Sami, çarşı meydanında küçük bir
dükkanı satın alır. Damadına, buraya bakkal dükkanı açmasını söyler. Bekir
Ağabey de, az bir sermayeyle dükkanını açar. Küçük yaşta esnaflıkta yetiştiği
için ve sempatik, cana yakın olduğu için, kısa zamanda işini genişletir ve
dükkanının arkasındaki dükkanı kiralayarak daha çok iş yapmaya başlar. Bu arada
Ramazan Ayar ile ortak olurlar, sekiz sene birlikte çalışırlar. Sonbaharda
Adana’dan büyük çuvallarla getirdiği fıstıkları, komşusu Çimpinin Ramazan’ın
(Ede) fırınında büyük teneke tepsiler içerisinde kavurur. 1970 yılında büyük ve
küçük fıstık kavurma makinesi alırlar ve fıstıkları kendileri kavurmaya
başlarlar. Küçük kavurma makinesini dükkanın önüne kurar ve halka sıcak sıcak
satış yapar. Bunun yanına bir de leblebi kavurma makinesi alır. Halk, genellikle
akşam ve gece evine giderken fıstık veya leblebi alır giderdi.
Heybeli Termal - Yakamoz Villaları
KEBAP AĞABEY!... YANIYOO!... Önceleri,
Bolvadin çarşı merkezi çok eğlenceli, neşeli, renkli, cıvıl cıvıl olurdu.
Alışveriş yapanların yanı sıra, eliboşlar çarşıda gezinir dururdu. Esnaf,
malının reklamını yapmak için dükkanının önünde bağırırdı. Birisi bağırdığı
zaman diğerleri buna cevap niteliğinde onlar da bağırırdı. Bu gürültü ve
karışıklıktan kimse rahatsız olmaz, normal karşılarlardı. Yıkılan adada bulunan
çarşı meydanında, Demirciler Aralığı’na giren yolun köşesinde Fıstıkçı Bekir’in
Dükkanı küçüktü ama içerisinde eşyası çoktu. Dükkan eşyasının iki katı kadar
eşya da, dükkanın önünde sergilenirdi. Bekir Ağabey gece olup dükkanı
kapattıktan sonra, dükkan önünde bulunan eşyalarının üzerine bir bez örter
giderdi. Kimse malına dokunmazdı. Dükkanının önündeki fıstık kavurma
makinesinden yayılan mis gibi çifte kavrulmuş fıstık kokusu meydana yayılır,
herkesin iştahını açardı. Onun dükkanından fıstık yemek serbestti. Gelip-geçen,
fıstık veya avere (ayçiçeği) hapazlar giderdi. Bekir ağabeyden alış-veriş
yapmaya gelen kişi, çuval içerisinden aldığı çekirdeği çitlerdi. Akşama kadar
dükkanın önü kabuk dolardı. Kimseye de hiçbir şey demez, “Herkes nasibini yer!”
derdi.
Fıstığı kavrulurken, güzel
kokunun arasına Bekir Ağabeyin: “Kebap!...kebap!...yanıyooo!” diyerek bağırdığı
gür ve gevrek sesi etrafı çınlatırdı. Yan köşede lokantasının kapısının önüne,
beyaz önlüğüyle dikilen Aşçı Hacı Mustafa: “Kebaplar, dönerler…buyruuun!”
diyerek karşılık verirdi. Lokantanın karşısındaki dükkanının önüne, kamış
sepetler içerisinde sıralanmış çeşit çeşit eşek zeytinin yanına dikilen Bakkal
Apıcık’ın “Eşşek zeytiniii!” nidaları ortalığı inletirdi. Biraz ileriki
dükkanda, muzipliği ve şakacılığıyla bilinen Yenihüseyinlerin Osman Ağabey -Allah
ömür versin- bu bağıranlara karşılık vermek için: “Anana yidir…anana yidir!”
diye diye feryat eder, ortalığa neşe katardı. Yenihüseyinler’in dükkanının
yanında, yazın şambali tatlısını, kışın odun ateşinde kestane kavurup satan
Çakıcı Emmi’yi de unutmamak gerekir. Şimdi bu hatıralar geride kaldı, bu güzel
insanlar da, yer ile yeksan oldu. “Sular hep aktı geçti, kurudu vakti geçti. /
Nice han nice sultan, tahtı bıraktı geçti. / Dünya bir penceredir, her gelen
baktı geçti.
LEBLEBİ VE KEDİ Dürüstlük,
hakkına rıza gösterme, olaylar karşısında tevekkül sahibi olma, kul hakkına
riayet insanlık gereğidir. Önceden insanlarımızın çoğunluğu bu kurallara
uyarlardı. Yalan ve hile ile insanları aldatana “Bizi aldatan bizden değildir.”
İlkesine hatırlatmak gerekir.
Yıl 1961…Helvacı Lômen’in (Numan Uyar) yıkılan
adada helvacı dükkanı var. Yanında da çırak olarak Muharrem Bayar Hoca
çalışmaktadır. Rahmetliğin helvası çok lezzetli olurdu. Bir gün helva yapmak
için kazanın içerisine dahan (tahin), un, yağ, pudra şekeri koyar ve
karıştırarak kaynatır. Ertesi güne kadar dinlenmesi ve soğuması gerekmektedir.
Akşam olunca dükkanını kapatır ve evine gider. Ertesi gün dükkanını açtığında
kazanın kenarında bir fare ölüsü görür. O kısmı alıp dökmek yerine, kazanın
hepsini çöpe dökmek ister. Muharrem Bayar, dökmeden önce Müftü Fehmi Efendi’ye
sormalarını teklif eder. Fehmi Kantar’a sorarlar. O da : “Katı yiyecek olduğu
için sadece o kısmın temizlenmesi yeterli.” der. Lakin Numan Ağa’nın içi rahat
etmez ve bir kazan helvayı çöpe döktürür.
Yıl 1987…Fıstıkçı Bekir gece geç
vakit dükkanını kapatır, dükkanının önündeki malların üzerine bir perde çeker
ve evine gider. Sabahleyin gelip perdeyi kaldırdığında, ağzı açık çuval
içerisinde bulunan leblebinin üzerine kedi pislemiştir. Bunu gören komşuları, o
bölgeyi avuçlayıp atmasını söylerler fakat bunun içine sinmez. Oradan geçen,
hayvan besleyen birisine hayvanlarına yedirmesi için bir çuval leblebiyi verir.
Toprak altında düz yatmak için, toprak üstünde dürüst ve dik durmak gerekir.
SADRAZAM LOKUMU Lokum ve kaymak
konusunda, Afyon ve çevresinde en kaliteli kaymak ve lokum Bolvadin’de bulunur.
Bolvadin’de ilk lokum imalatını yapanlar Abdullah Gönbe ve Süleyman Pektaş’tır.
Çarşı meydanındaki dükkanlarda; kaymaklı lokum, kaymaklı şeker paket halinde
satıldığı gibi, uzun sucuk şeklinde vitrinlerde de asılı olurdu. İsteyene az
veya çok oradan kesilip verilirdi. Buna “Sadrazam Lokumu” denirdi. İçi cevizli
veya kaymaklı olurdu. Fıstıkçı Bekir’in küçük dükkanının girişinin sağ
tarafında bu lokumlardan asılı olurdu. Bekir Ağabey, siyah bir makasla bunu
keser ve satışını yapardı.
Bekir Ağabey dükkanını gece geç
kapattığı için, sabahleyin erkenden bir başkası dükkanını açıverir, bu gelince giderdi.
Her gün saat 10.00’a doğru geldiğinde lokumun altından bir karış eksik olduğunu
görür. Bir müddet bu olay devam edince, buna bir oyun oynamak ister.
“Abdiselahattin” denilen, yenildiği zaman ötürek (ishal) eden, toz halinde bir
bitki var. Bir gün gece dükkanı kapatmadan önce, bu tozu lokuma sürer ve gider.
Ertesi gün geldiğinde dükkan kapalıdır. Biraz bekledikten sonra, çarşı helâsı
tarafından bu adamın iki büklüm, karnını tutarak geldiğini görür. Ne olduğunu
sorduğunda, hastalandığını eve gitmek istediğini söyler. O günden sonra lokumda
eksilme olmaz.
BEKİR SİLAH ATTI 2008 yılında Avrupa
Şampiyonası maçlarında milli takımımız maç yapıyor. Takımımız galip geldikten
sonra, halk kahvehanelerden ve evlerden sokağa çıkıyor. Bu arada birisi
Fıstıkçı Bekir’in dükkanın önünde havaya silahla ateş açıyor. Şikayet üzerine
Bekir Ağabeyi karakola götürüyorlar. Karakolda niye silah attığını soruyorlar,
bu da kabul etmiyor, atanı bildiği halde söylemiyor. Bunu duyan halk, buna
sevgisinden dolayı karakolun önüne toplanınca, emniyet müdürü bunu bırakıyor.
Bir haksızlık gördüğünüzde müdahale etmezseniz, önce hakkınızı, sonra da
şerefinizi kaybedersiniz.
ÇAMAŞIR GÜNÜ İnsanoğlunun vücudu olsun,
elbiseleri olsun, kullandığı eşyalar olsun zamanla kirlenir. Bu kirlenme için
temizlik gerekir. Bugün için, kullandığımız eşyaların temizliği çok
kolaylaşmıştır. Giyim ve kuşamlarımızın yıkanmasında, otomatik makineler her
şeyi halletmektedir. Kurutma da sorun değildir. Çamaşır kurutma makinesi bu işi
kökten halletmektedir. Ev hanımına sadece çamaşırları makineye atmak görevi
düşmektedir. Bazı ev hanımları bunu bile kendilerine yük görmektedirler.
Hanımefendilerin, çamaşır makinesini çalıştırmak için düğmeye basmaktan
parmakları bile yorulmaktadır(!) Bunları, üç-beş günlüğüne eski zamana
göndermek gerekir. Dünyanın kaç bucak olduğunu görmeleri için…
Eskiden ‘esbap yuma’ denince
aklıma, üzeri isten simsiyah olmuş kazan, tokaç ve esbap daşı (esvap taşı)
gelirdi. Evin hanımı bir gün önce hamur katar, esbap yur ve ertesi gün hamama
giderdi. Bu, en fazla on beş günde bir tekrarlanırdı. Çamaşır yıkama, sabah
ezanlarıyla başlar, “gara yassı” ya kadar devam ederdi. Çamaşır için koca bir
gün ayrılırdı. Çamaşır için ayrılmaz üçlü: Esvap taşı, tokaç ve kazan idi.
Tokaçın sağlam olması için, gürgen ağacından yapılan tercih edilirdi. Tokacın
iki görevi vardı. Birincisi çamaşırları dövüp kirlerinin çıkmasını sağlamak;
ikincisi de komşuya kavgaya giderken silah olarak kullanmak. Kadınların en
büyük silahı tokaçtı. Evler tek katlı, hep birbirine bitişik…Her evde en
azından üç- beş çocuk var. Böyle olunca, arada-sırada çocukların kavga etmeleri
kaçınılmaz olurdu. Çocuğun birisi başka bir çocukla kavga edip eve ağlayarak
gelirse, annesi hemen kapının arkasından tokacı alıp, kavga ettiği çocuğun
evine kavgaya giderdi. O yüzden mahallelerde kavgasız-gürültüsüz gün geçmezdi.
ESBAP DAŞI Çamaşır yıkamanın
olmazsa olmazı esvap taşı idi. Bazıları ağaçtan dört ayak üzerine masa gibi
yapılmış olan “esbap eşşeği” adını verdikleri yerde yıkasalar da, bunu az kişi
yapardı. Her evde genellikle büyük veya küçük “esvap taşı” bulunurdu. Bu taşlar
Üçhüyük Bölgesi’ndeki “Durayeri” denilen yerden, antik Bizans kalıntılarından
getirilen dört köşe düzgün taşlardı. Avluya veya evin uygun yerine
yerleştirilen bu taşların görevi, çamaşır yıkamanın yanı sıra, çocuk yıkamak için
de kullanılırdı. Taşın üzerine oturtulan çocuk, burada güzelce yıkanırdı.
Evlerde su yok…Bir gün önceden
bakır kovalarla ve testilerle sokaktan sular çekilir, arkasından ocağın altına
odunlar hazırlanır, saycak üzerine konulan kazanın içi su ile doldurulurdu.
Deterjanın adı bilinmiyor. Çamaşırın kirini ne çıkaracak: kil, sabun ve
soda…Kil, bazen eşeğinin heybesine yüklemiş sokak satıcılarından alınır, bazen
de çarşıdaki esnaf dükkanlarından alınırdı. Neredeyse her bakkal dükkanı, kil
de satardı. Kil, bir gün önceden bakır bir kabın içine konup ıslatılır, ertesi
güne kadar merhem gibi olurdu. Sabahın köründe kalkan evin hanımı, ocağı
yaktıktan sonra esvap taşının üzerine, ıslatarak önce karalıları, sonra
beyazlıları, en üste de iç çamaşırı ve tülbent gibi çamaşırları yığardı. Her
koyduğu çamaşıra biraz kil sürer, biraz da soda ekerdi. Yığılan çamaşırın boyu
neredeyse bir metreye varırdı. Kadın, kaynayan kazandaki suları döker,
tokaçlar, işi biten çamaşırı sıkıp tekneye koyardı. Ekmek teknesinin,
çamaşırları çeşmeye durulanması için götürülme görevi de vardı. İki veya dört
kurnası da, güldür güldür akan çeşmenin hatılında durulanan çamaşırlar, tertemiz
sakız gibi olurdu. Kimyasal madde olan deterjan kullanılmadığı için, ellere bir
şey olmaz, sadece garcığırdı. Bazıları çamaşır için ücretli kadın da
tutarlardı.
OCAK SIVAMA… Çamaşır işi bitti
mi? hayır, bitmedi. Daha ocağın sıvanması var. Bu kuralı kimse bozamaz. Ateşi
biten ocak su ile söndürülür, içindeki kül alınıp kırmızı toprakla karıştırılıp
cıvık çamur haline getirilip, bir çaput ile ocağın içi sıvanırdı. İs-pas
temizlenirdi. Gelen bir misafir evin temizliğini anlamak için ocağa bakardı.
Eskiden kadınlar, gerçekten de “avrat” mış… Zamanın bêrinde, bebeği olan yeni
bir gelin esbap yuyormuş. İçerde sancakta yatan çocuğuna, uyandı mı diye, ara
ara gidip bakarmış. Öğle olmuş çocuk uyanmamış; ikindi olmuş çocuk uyanmamış;
akşam olmuş çocuk uyanmamış. Bebeği öldü zannetmiş. Hemen gayınnasının yanına
koşmuş, durumu anlatmış. Gayınnası: “Ben ona tülbentin içine nohut kadar afyon
sakızı koyup, emmesi için ağzına verdim. Bizi işten alıkoymasın diye yaptım,
şimdi uyanır.” demiş. Gelinin korkusu da biraz azalmış.
ELE - ETEĞE DÜŞÜRME 27 Kasım 2008 Perşembe…70
yaşında olan Bekir Baş dükkanından evine gelir ve devamlı söylediği “Ele-eteğe
düşürme” duası gerçekleşir. Allah Gani Gani Rahmet Eylesin…Ruhuna Fatiha…
Kaynak : 24Eylül
Kaynak : 24Eylül
Hiç yorum yok:
Write comments